Quantcast
Channel: MASONLAR – Fikren Bağımsız Kemalist Gençler
Viewing all articles
Browse latest Browse all 20

Atatürk ve İslam’ın yanyana gelmesine dayanamayan Masonik felsefe!

$
0
0

Medeniyetler de insanlar gibi doğar, büyür, gelişir, geriler ve ölürler. Ne var ki bir insan ömrünün 60 – 70 yıl olmasına karşın, medeniyetlerin ömrü birkaç asır olmaktadır. Yeni medeniyetler, yeni kurumlar yanında yeni kavramlar da geliştirirler. Bunun için de, genellikle yeni kelimeler üretmek yerine, eski kelime kalıplarına yeni manalar ve kavramlar yüklemek suretiyle, yeni bir “medeniyet dili” oluştururlar.

Ancak bir medeniyet yıkıldıktan ve aradan uzun zaman geçtikten sonra, o medeniyete ait kavramların kalıpları – yani kelimeleri aynen kalmakla beraber, onun taşıdığı öz mana, giderek unutulur. İnsanlar, içi çürümüş fos cevizler gibi, sadece kabuklarla oyalanmaya başlar. Onlar cevizi tanıdıklarını zannedip durdukları halde, aslında cevizin içini ve özünü görüp tatmadıkları için, gerçek te ”mefhumlara” (kavramlara) değil sadece ”mevhumlara” (kendi vehimlerine, zan ve tahminlerine) tabi olduklarını bilmezler.

Onlar kitabı (Kur’anın hikmet ve hakikatını) bilmezler. Bütün bildikleri kuru söylentilerdir ve sadece zan ve tahmin  (le hareket) ediyorlar.”[1]  ayeti bu gerçeği ifade etmektedir.

Günümüzde sağcılar sağcılığı, solcular da solculuğu bilmedikleri gibi, maalesef Müslümanlar bile, genellikle İslâm’ı yanlış anlamakta ve yanlış uygulamaktadırlar. Özellikle, ”demokratik ve laik bir düzende, ekonomik ve siyasi yapılanma”  konusunda bildiklerimiz pek yetersizdir.

Bir çoğumuz, ya kendi tahmin ve hayallerimizi İslâm zannetmekte, veya geçmişte yaşanan ve artık ”tarih olan” bazı kurum ve kuralları ihya etmeyi düşlemektedir.

İslâm diye hep eskiye özenenlere Bediüzzaman’ın cevabı ne güzeldir.

“Eski hal, artık muhal. Ya, yeni hal, ya izmihlal”

Yani, eskimiş ve artık önemini ve özelliğini yitirmiş bir düzeni diriltmek ve geri getirmek imkânsızdır ve anlamsızdır. Ya mutlak doğrulara ve çağdaş standartlara uygun yeni bir yapılanma başarılacak veya yıkım kaçınılmaz olacaktır.

Elbette gelecek, geçmişin üzerine kurulacaktır. Ama bu, geçmişin aynısı veya kopyası olmayacaktır. Kalkıp geçmişine sövmek nasıl bir soysuzluk alameti ise, oturup kuru kuruya geçmişiyle övünmek ve avunmak ise, başka bir şuursuzluk halidir. Zira:

Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları (ve yaptıkları) kendilerinin, sizin kazandıklarınız (ve yaptıklarınız) da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.”[2]

Bugün, zalim sistemlerden ve bozuk hayat düzeninden bir kurtuluş yolu arayan insanlara, “İslâm” diye, ya kendi zanlarımızı veya günümüze tatbiki mümkün ve münasip olmayan Osmanlı, Selçuklu veya Abbasi uygulamalarını aynen gösterdiğimizde, çok kimseler, haliyle bununla tatmin ve bize tabi olmuyorlar. Biz ise onları Haktan ve İslâm’dan kaçıyorlar diye suçluyoruz. Halbuki onların İslâm’dan değil, bizim yanlış vehim ve kuruntularımızdan hoşlanmadıklarını bile fark edemiyoruz.

Merhum Akif’in dediği gibi ”İslâm’ı, asrın idrakine söyletmek” zorundayız. Bu bakımdan ”Yeni bir Dünya ve adil düzen” konusunda konuşulan ve yazılanları sağlam kaynaklardan, ve ilim erbabından dinleyip anlamaya ne kadar muhtacız.

“(Ey Resulüm)! Sen, ancak inzar (ikaz ve irşat) edici (bir peygamber) sin. Her kavmin (İslâm’ı öğretecek ve kurtuluş yolunu gösterecek) kendi ”hadi” leri vardır.”[3]ayetinin hikmet ve hakikatı da korkarım, ahirette anlaşılacaktır…

Uzunca sayılacak bir girişten sonra, şimdi esas konumuza gelelim. Teokrasi nedir? İslâm düzeni bir teokrasi midir?

Bu soruların cevabına geçmeden önce, kısaca ”Teokrasi”nin tanımını yapalım. ”Teo”,  tanrı, ilah manalarına gelir. ”Krasi” idare ve yönetim demektir. Batılı anlayışa göre Teokrasi: Tanrıların, yani tabiat üstü varlıkların veya onların vekili olarak ortaya çıkanların, akli, ilmi ve insani hiçbir kanun ve kurala bağlı kalmadan ve hiçbir makama karşı sorumlu tutulmadan, toplumu keyfince yönetmeleri veya daha başka bir deyimle ”dine dayalı devlet şekli” demektir.

Bu anlamda Afrika ve Amerika yerlilerinin ilkel totem teşkilatları veya ortaçağ Avrupasında  hüküm süren, din ve Allah adına insanları ezen ve sömüren Kilise yönetimleri, birer teokrasi örnekleridir.

Ve yine tarihte Mısır firavunları, İran, Hint ve Japon kralları, çağımızda ise Lenin, Mao gibi yarı tanrı yerine konulup heykelleri dikilen, ilim ve akıl süzgecine gerek görmeden, doğru yanlış her sözü ve her davranışı ”ilke ve ülkü’‘ kabul edilen, hiçbir konuda ve  hiçbir şekilde tenkit edilmelerine asla izin verilmeyen, ”kurtarıcıların” kurduğu ve ”istismarcıların” ısrarla koruduğu sistemler de, aslında tam bir teokratik düzenlerdir.

İslâm ise, sadece imani ve ahlaki konuları içeren bir ”din” değil, aynı zamanda idari, iktisadi, ilmi ve hukuki velhasıl hayatın her safhasına ait, adil ve kamil kurallar öngören bir ”barış ve denge” düzenidir.

Sosyalizmin vaat edip de bir türlü vermediği ”sosyal adaleti,” Kapitalizmin amaçlayıp da asla ulaşamadığı hür teşebbüs ve yaygın saadeti; güdümlü demokrasilerde ve hile rejimlerinde asırlardır aranıp da bulunamayan ”en geniş hürriyeti ve milli hakimiyeti” gerçekleştirecek, can, mal ve namus emniyetini ve tam anlamıyla, din ve düşünce hürriyetini kuracak ve koruyacak olan yegane hak din ve hayat disiplini İSLÂM’dır.

Biz, Mehdiyet Medeniyetindeki Adalet Düzeninin; siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlaki kurum ve kurallarını diğer bütün sistemlerle mukayeseli olarak tartışmaya hazırız. Geliniz gerçeği ve mutluluğu arayan medeni insanlar olarak, ön yargılardan ve şartlanmışlıklardan uzak, aklın ve ilmin ışığında bir karar verelim.

İnsanlık olarak aradığımız ve acilen muhtaç olduğumuz ”adil ve kamil” bir düzene, sırf ”dini ve ahlaki değerlerden” de yararlanıyor diye karşı çıkacağımıza, bize böylesine gerçek bir saadet ve adalet kurallarını sunan İslâm’a  saygı duymamız gerekmez mi?

Bütün bu gerçekleri anladıktan sonra, İslâm’ın asla bir teokratik düzen olmadığını, aksine “demokrasinin özü sayılan serbest seçimlere dayalı milli hakimiyeti esas alan tam bir hukuk ve hürriyet ortamı hazırladığını” rahatlıkla ve inanarak söylüyoruz .

Çünkü İslâm’da, Hıristiyanlıktakine benzer, Allah’la kul arasına giren, insanları af veya afaroz edebilen, hiçbir makama karşı hesap vermeyen ve dokunulmazlığı olan bir ”din adamı” sınıfı bulunmamaktadır. Ayrıca İslâm düşüncesinde “devleti din adamları yönetecektir” diye bir kural da yoktur.

Hem İslâm düşüncesi dengeli, uyumlu ve irtibatlı bir ”kuvvetler ayrılığı” nı kabul eder, Adalet düzenindeki;

1 – İnsanlardaki fikir ve düşünce melekesinin dil vasıtasıyla doğurduğu İLİM kurumlarının;

2 – İnsanlardaki inanç ve ibadet gibi hissi ve fıtri duyguları doyuran ve düzenleyen DİN veDİYANET kurumlarının,

3 – İnsanlardaki irade, ihtiyar ve menfaat gibi yetenek ve isteklerin, hakkaniyet ölçülerine göre oluşturduğu EKONOMİ kurumlarının,

4 – Ve yine insanlardaki ünsiyet ve ülfet gibi duyguların zorunlu olarak ortaya koyduğu ve hem cinsleriyle olan münasebetlerini adalet ölçüleriyle ayarlayan SİYASET ve YÖNETİMkurumlarının hiçbiri diğerine hakim veya mahkum kılınmamıştır.

Bu temel kurumlardan her birisi ”barış düzeni ve devlet disiplini” içersinde bir nevi özerk olarak, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütecek, biri diğerine müdahale etmeyecek, devlet ise bunlar arasındaki organizeyi sağlayacak, bunların yetki ve sorumluluk sınırlarını belirleyecek ve hepsi birden toplumun ve insanlığın maddi ve manevi saadet ve selametini gerçekleştirmek için çalışacaklardır.

Bu ”adil denge düzeninde” halkın ya bizzat veya milletvekilleri eliyle seçtiği ”devlet başkanına” kuvvetler arasındaki bu dengeyi kurmak ve korumak için önemli görevler verilmiştir.

Bütün bu gerçekler ortada iken, hala İslâm’la teokrasi’yi aynı görenler: 

1 – Ya İslâm’ı bilmiyorlar, onu Hıristiyanlık gibi bir din zannediyorlar.

2 – Veya bilerek ve maksatlı olarak insanları korkutmak ve kaçırmak için İslâm’a ”teokrasi” diyerek iftira ediyorlar.

3 – Ya da açıkça İslâm düşmanlığı yapamayan münafıklar ”bazı çevrelere hoş görünmek, halkı da ürkütmemek için ”teokrasi” gibi bulanık kavramların arkasına sığınıyorlar.

Adil düzende bu dört temel müessese (ilim, idare, iktisat ve diyanet) bir vücutta ahenk içinde çalışan değişik organlar gibidir.

Nasıl bir vücuttaki sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım sistemleri, duyu ve hareket organlarından her biri, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütüyor, asla birbirine mani olmuyor, ortak bir beyin ve sinir sisteminin kontrol ve komutasında o vücudun hayat ve huzuruna hizmet ediyorlar. Bunun gibi, adil bir devlet düzenindeki müesseseler de böyle bir irtibat ve intizam içinde hareket ve hizmete mecburdurlar.

Hz. Peygamberin (sav):

“Müslümanların (toplum düzeni) tek bir vücut gibidir. Bu vücudun azalarından birisinin rahatsızlığı, diğerlerini de rahatsız eder.” Mealindeki hadisi bu gerçeği ifade içindir.

İslâm; dini kurumların (diyanet teşkilatlarının) ilim, iktisat ve idare gibi diğer kurumlara hakimiyeti esasına dayanan teokrasiyi kabul etmediği gibi, dinin, devlet düzeninin ve hayat sisteminin tamamen dışında tutulması, sadece vicdanlara kapatılması şeklindeki bir ”laiklik” anlayışını da kabul edemez. Laiklik, dini kurum ve kişilerin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmadığı, her din mensubuna hürriyet ve hoşgörü imkanının hazırlandığı bir sistem olmalıdır.

Çünkü, diyanet, siyaset, iktisat ve ilim müesseselerinin, adil bir devlet düzeninde kendi sahalarında özerk, birbirleri arasında ise,  irtibat, intizam, ittifak ve işbirliği içinde çalışmaları ve yardımlaşmaları esasına dayanan, herkese tam anlamıyla din ve düşünce özgürlüğü sağlayan bir anlayış,  zaten bizim samimi inancımız ve arzumuzdur.

Çünkü İslâm; sadece inanç, ahlak ve ibadetlerle ilgili prensipler koyan bir din değil, aynı zamanda fert, aile ve toplum hayatını ilgilendiren her konuda sağlam kurallar getiren bir hayat disiplinidir. İslâmiyetin, bilhassa bu özelliği asla unutulmamalıdır. İslâm’ı Hıristiyanlık gibi sadece ”ibadet ve ahlak” dini olarak görmek veya böyle göstermek, hem İslâm’a hem de insanlığa yapılacak en büyük kötülüktür.

Şurası da kesinlikle bilinmelidir ki, her din ancak kendisine uygun bir ”düzen” içinde yararlı olabilir. Mesela, kapitalizme ve liberalizme, Hıristiyanlık dini münasiptir. Komünizme ise ”dinsizlik” dini daha uygun düşer. Halbuki ne kapitalist ne de Komünist veya sosyalist düzen içerisinde, İslâm dini asla faydalı olamaz ve olamamıştır. İslâm dini, ancak ”adil barış düzeninde ve gerçek bir demokratik sistemde” yararlı olabilir. İster istemez şu iki şıktan birine karar vermek durumundayız: YA İSLÂM’IN HAYAT DİSİPLİNİNİ DE KABUL EDECEĞİZ, VEYA İSLÂM’LA RESMEN ALAKAMIZI KESECEĞİZ!… Kendimizi daha fazla aldatmayalım. Bağnaz ve barbar bir düzen içinde İslâm’ca yaşamak ve dinimizin kurallarına uymak mümkün değildir.

Son zamanlarda, Vatikan’ın öncülüğünde bazı çevrelerce, kapitalist “Avrupa Birliğinin anayasasına, bu oluşumun Hristiyanlık değerlerine ve Roma kültürüne dayandığı” hükmünün koyulmaya çalışılması…

Ve özellikle İslami prensiplerle AB’nin asla uyuşamayacağının ve bu nedenle, Türkiye’nin sorun olacağının sık sık vurgulanması, bu yöndeki tespitlerimizi haklı çıkarmaktadır.

Çünkü; her günahı mübah gören Kapitalist bir sistem içinde, sömürü ve zorbalığı benimseyerek yaşayan müslümanların, ismen ve resmen olmasa da, düşünce ve davranış tarzı olarak zamanla fiilen Hıristiyanlaştıkları, Komünizmi seven ve savunan insanların da giderek dini ve insani değerlerden uzaklaştıkları inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızdadır.

Evet, gerçek ve gerekli bir din ve düşünce özgürlüğünü sağlayan ve bu manadaki laikliği savunan tek din ve disiplin İslâm’dır.

Kur’an “Dinde zorlama yoktur. (çünkü) Kötülük iyilikten ayrılmış, gerçek ortaya çıkmıştır. (Artık) kim tağutu (zalim düşünce ve düzenleri) bırakır da (Allah’ın dinine ve adalet düzenine) inanırsa O, sağlam bir kulpa tutunmuş olur.”[4] buyurmakla, İslâm’daki laiklik anlayışının temel ilkelerini ortaya koymaktadır.

“Dinde zorlama yoktur.” hükmüne göre:

a– Başka dine mensup bulunan veya dinsiz olan kimseleri ölüm, hapis, işkence, açlık, işten atma, sürgün etme, en tabii insan haklarından mahrum bırakılma gibi tehditler ve korkutmalarla onları zorla din değiştirmeye veya İslâmlaştırmaya hakkımız olmadığı gibi,

b– Adil barış düzeni içinde, İslâm dinine mensup müslümanların herhangi bir mezhep, meşrep ve tarikata girmeleri veya çıkmaları hususunda da zorlama ve baskı yapma hakkımızda bulunmamaktadır.

Çünkü insanlar anlayarak, inanarak, benimseyerek ve isteyerek bir dine veya mezhebe girerlerse bu hem kendileri hem de çevreleri için yararlı ve verimli olur. Fakat dış baskılar ve korkularla müslüman görünenler ise, gerçekte münafık olur ki, bu tipler toplum için baş belasıdır.

Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen ve her din ve düşünceden insanların birlikte yaşama düzeni ve dengesini oluşturan ”barış ve adalet devletinin” kanun ve kurallarına uymak, fitne ve anarşi çıkarmamak ise, zaten herkesin bilmesi gereken bir husustur.

İslâm’i hayat sürecinde;

1 – DİNİ VE AHLAKİ yönden; herkes mürşidini ve mürebbisini kendisi tayin ve takdir edip ona bağlanır. Bundan tarikatlar ve meşrepler doğmuş ve bunlar zamanla tekkeler, kurslar ve dershaneler şeklinde teşkilatlanmıştır.

2 – İLMİ yönden; her fert örnek ve rehber alimini ve müçtehidini kendisi seçer. Bu şekilde mezhepler doğmuştur ve bunlar medreseler ve mektepler şeklinde teşkilatlanmıştır.

3- İKTİSADİyönden; herkes ustasını, locasını yine kendisi seçer ve bunlar günümüzde odalar, dernekler ve sendikalar şeklinde teşkilatlanmıştır. Kişiler ekonomik ve ticari haklarını bu kuruluşlar eliyle korur ve savunur.

4 – SİYASİ VE İDARİyönden; ise herkes liderini seçmek hakkına sahiptir. İslâm’da fertler devlet başkanı seçme hakkını ya genel halk oylaması şeklinde bizzat kendisi kullanır veya vekalet verdiği millet vekilleri (ehlül hal vel akt) eliyle kullanır. Günümüzde idareye talip değişik görüşler, partiler şeklinde teşkilatlanmıştır.

Dinin de, aklın da, ilmin de kabul ettiği bir gerçek vardır. O da adil bir devlet düzeninde mezhepler, tarikatlar, meslek  gurupları dernekler, partiler birden fazla olabilir ve haliyle olacaktır. Ancak, ülkenin ve milletin birliğini ve dirliğini temin ve temsil eden ”Devlet düzeni ve anayasal sistemi” mutlaka korunmalıdır.

Adil ve kâmil düzende partiler, Milli menfaatleri ve insani değerleri koruyan ve kollayan, hayır ve hizmet yarışı yapan makul ve makbul proje ve teklifler üreten, iktidardaki siyasi kadroyu millet adına murakâbe ve muhasebe eden siyasi kuruluşlardır. Ancak bunlar sadece belirli bir ırkın, mezhebin tarikatın sendikanın veya derneğin temsilcileri olarak kurulamazlar.

İnsanca ve İslâm’ca yaşama haklarını kısıtlayan batıl ve zalim yönetimlerde ve azınlık olarak yaşadıkları ülkelerde, müslümanların kendi haklarını ve çıkarlarını korumak için, siyasi parti perdesi altında toplanmaları ise ayrı ve yararlı bir olaydır.

Adil barış düzeninde farklı partilerin bulunması, hem mevcut hükümetin daha dikkatli ve gayretli çalışmasını sağlamak açısından, hem de devlet ve millet aleyhine olacak ve anarşiye dönüşecek bozuk fikir ve faaliyetlerin gizli teşkilatlanmasını önlemek bakımından, hem de yeni ve yararlı teklif ve teorilerin üretilmesi bakımından gerekli ve yararlıdır.

İşte ”laiklik” ten maksat,

a-Hiçkimseyi bağlı bulunduğu din, mezhep, tarikat, dernek veya partisinden dolayı kınamamak,

b-Bunları değiştirmeye zorlamamak,

c-Bunlardan birine mensup olmayı temel hak ve hürriyetler bakımından özel bir imtiyaz veya mahrumiyet sebebi saymamak,

d-Gerçek ve adil barış düzeninde birlikte yaşama disiplinini oluşturmak ve

e-Tam anlamıyla din ve düşünce özgürlüğünü sağlamak ise, bunları en güzel şekilde İslâm getirmiş ve sistemleştirmiştir. Bunun için diyoruz ki: ”İslâm’dan kaçan insanlar, doktordan kaçan hastalardan farksızdır.”

Velhasıl, Demokrasi ve Laiklik, İslâm’ın ruhuna uygun bulunmaktadır.

Atatürk’çülük ve laiklik maalesef yozlaştırılmıştır. Aşağıdaki hatıra buna önemli bir kanıttır.

“Halk isterse beni de kovar”

1935 senesi idi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu. O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhine bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistine gitmek istiyorlardı.

İşte bu sıralarda “Atatürk Çanakkaleye geliyor” dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürkü daha önce hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürkün geleceği Balıkesir caddesine koşarak gittim. Bütün Çanakkale halkı oraya toplanmıştı. Ben de bir kenara dikildim. Bu esnada yanımda tesadüfen bulunan bir kaç Yahudinin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karşıdan bir kaç otomobil göründü. “Atatürk geliyor” sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı.

Halkın “yaşa, varol” nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın ortasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu.

Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hararetli konuşan Yahudilerden biri, ileri doğru yürüdü ve Atanın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istediler. Atatürk:

– Bırakın gelsin! dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürkün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

– Paşam, bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi.

Atatürk, bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu:

– Sen kimsin?

– Ben Paşam, Çanakkale Musevilerinden Avram Palto.

– Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle… dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevab verdi:

– Hayır Paşam, halk kovuyor.

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

– Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.

C. Yalçınimzalı bu ilginç anıyı, 1949 tarihli bir kitapta buldum. Cumhuriyet Matbaasında basılan kitap, “Atatürke Ait Hatıralar” adını taşıyor. Kitabın hikayesi ise şöyle: Atatürk’ün ölümünden dokuz yıl sonra, Cumhuriyet Gazetesi “en güzel Atatürk anıları” başlıklı bir yarışma düzenler ve ilk üçe giren anılara ciddi para ödülleri verir. Mesela birinciye, o zamanın parasıyla tam 1000 Türk Lirası.

11 Temmuz 1949’da Beyoğlu Büyükkulüp’te toplanan jüri, C. Yalçın imzalı bu anıyı üçüncü seçer. Anıların yer aldığı kitap ise bir ay sonra yayınlanır. Kitabın girişinde şöyle bir cümle var:“Bu eserin safi hasılatı tamamiyle İstanbul Üniversitesi Talebe Birliğine terkedilmiştir.”

Şimdi bu kitabı bulmanın imkanı yok. (Ben bir kömürlükte, onlarca tozlu torbadan birinin içinde buldum.) Üçüncü olan bu “anlamlı” anıyı da bugüne kadar hiçbir yerde okumadım. Gerçekten tuhaf: Atatürk’ün yaptığı, yazdığı, söylediği her şey unutulmadı da, “bu özel anı” unutuldu ya da unutturuldu.

İlk olarak dikkatimi çeken, Cumhuriyet Gazetesinin “bu özel anıyı” üçüncü seçmesi.

Kitaba giren birçok anı, bu anıdan daha güzel, daha anlamlı.

1939 yılında, Cumhuriyet Gazetesinin sahibi Yunus Nadi’nin ve bazı Cumhuriyetyazarlarının Aldof Hitler’in doğum gününe katılmak için Almanya’ya gittiğini göz önüne alırsak; hatta Nazilerin, Yahudiler aleyhine haber yapması karşılığında bazı Türk gazetelerine teşvik primi verdiğini hesaba katarsak, bu anının niçin üçüncü seçildiğini anlarız.

Bu “özel anının” akibetinden çıkaracağımız sonuç ise şu: Oldukça önemli bir yarışmada üçüncü seçilen bu anı, nasıl olur da bir daha hatırlanmaz olur? Bunu, “anı sahiplerinin” Türkiye’deki etkinliğine mi yormak gerekir, yoksa toplumsal hafızamızın zayıflığına mı?[5]

Atatürk halkın iradesine bu denli bağlı ve saygılı olduğu halde, görünürdeki sahte Atatürk’çüler ve laikler halkın okullarına ve çocuklarına savaş açmaktadır.

İMAM-HATİPokulları laik devletin okulları değil mi? Bu okullar laik sistemin sıkı kontrolu altında değil mi? O halde bu okullardan niçin korkuyorsunuz? İmam-Hatip mezunu çocuklarımızın üniversitelerin bütün bölümlerine gidip, her sahada yüksek tahsil yapmasından niçin ürküyorsunuz?

Bu ülkenin en güçlü lobisini Sabataycılar teşkil ediyor. Onlar devletin her kademesinde kadrolaşmışlardır. Devlet dışında üniversitelerde, büyük medyada, yüksek finans ve bankacılıkta, iş hayatında da hâkim durumdadırlar. Ülkemizdeki bu aşırı Sabataycı kadrolaşma sizi niçin rahatsız etmiyor?

Sabataycılar kadar olmasa da ülkemizde bir Bahaî kadrolaşma mevcuttur. Niçin bundan hiç bahsetmiyorsunuz?

Laiklik laiklik deyip duruyorsunuz. Nedir şu laiklik? Dinin devlete, devletin dine karışmaması değil midir? O halde:

– Devletin, genel müdürlük seviyesinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı’na sahip olması laikliğe uygun mudur?

– Kabinede, din işlerinden sorumlu bir devlet bakanının bulunması laikliğe uygun mudur? Böyle bir bakan, eski Şeyhülislâm’ın, Cumhuriyet’in başındaki Şer’iye ve Evkaf vekilinin (Şeriat ve Vakıf işleri bakanının) benzeri değil midir?

– Devletin beş yüz İmam-Hatip okuluna, on yedi ilahiyat fakültesine sahip olması laikliğe uygun mudur?

– Devletin, resmî memur statüsünde yüz binden fazla imama, müezzine, müftüye, hatibe, din dersi öğretmenine sahip olması laikliğe uygun mudur?

Siz hangi laikliği sayıklıyorsunuz? Türkiye’de laiklik falan yoktur. Bizdeki sistem “Devlet dini”sistemidir. Rejim, İslam diye çeşitli ekleme ve çıkarmalarla yozlaştırdığı bir düşünceyi topluma dayatmak istemektedir.

Dünyadaki ciddî ve büyük devletler içinde gerçekten laik olan tek devlet Fransa’dır. Orada:

– Katolik kilisesinin liseleri vardır. Devlet, kendi bütçesinden onlara para ödemektedir.

– Müslümanların ve başka dinlere mensup olanların özel okullar, liseler, üniversiteler açmasına izin verilmektedir.

– Bütün Fransız üniversitelerine başörtülü Müslüman kızlar serbestçe gidip okuyabilmektedir. Bazı sürtüşmeler olsa da, liselere de gidebilmektedir. Fransız Danıştay’ı başörtüsü lehinde karar vermiştir.

Ülkemizde, hakları Lozan andlaşması ile uluslararası garanti altına alınmış Rum, Ermeni azınlıklarının kendi okulları bulunmaktadır. Çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar niçin özel din liseleri, din üniversiteleri açamıyorlar?

Niye açamazlarmış… Çünkü Müslümanlar böyle okullar açarlarsa Türkiye’deki Mason, Sabataycı saltanat ve hakimiyet tehlike altına girermiş…

Dünya ülkeleri ve devletleri içinde biz mi daha demokratız, yoksa İngiltere mi? İngiltere’de:

– Devlet ve millî Anglikan kilisesi birdir. Kral veya kraliçe hem devletin, hem de kilisenin başıdır.

– Orada en az beş milyon Müslüman yaşıyor. Orada başörtülü Müslüman kızların ilkokuldan üniversiteye kadar dinî kıyafetleriyle tahsil yapması serbesttir.

– Londra emniyeti son bir karar aldı ve Müslüman emniyet memurlarının sarık sarmalarına izin verdi. Bundan haberiniz oldu mu? (Bu haber Hürriyet’te çıktı!)

Siz, olmayan bir laikliğin korunması için feryat edip duruyorsunuz. Önce gerçek mânâda laiklik olsun, sonra onun korunması için çareler düşünürsünüz.

Stalin rejimi de laikti. Yoksa siz oradaki sisteme laik mi diyorsunuz? Hayır, stalinist bir laiklikle demokrasi, insan hakları, hukuk bir arada olamaz.

Laiklik evrensel bir değer değildir.

Hiçbir insan hakları bildirgesinde, temel haklarla ilgili hiçbir metinde laiklik diye bir değer, bir madde yoktur. Laiklik ne bir haktır, ne de bir vazife.

Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti ise temel bir değerdir, temel bir haktır. İnsan hakları ile ilgili bütün metinlerde bu hak ve hürriyet yer almaktadır.

Dünyanın hiçbir medenî, hukukun üstünlüğünü tanımış, evrensel insan haklarına bağlı, demokratik ülkesinde müzmin din ve devlet kavgası yoktur. Laik Fransa’da da yoktur.

İslâm zaten laik bir sistemdir. İslâm’da, katoliklikte olduğu gibi ruhban sınıfı yoktur.

Hindistan’da Hinduizmin, Birmanya’da Budizmin, Japonya’da Şintoizmin, Polonya’da Katolilikliğin, Mısır’da İslâm’ın siyasette, sosyal hayatta, kültürde ağırlığı olmasından daha tabiî bir şey olabilir mi? Türkiye Müslüman bir ülke olduğuna göre, tabiatıyla burada da İslâm’ın etkileri ve belirtileri olacaktır.

Çoğunluğu teşkil etmedikleri halde Sabataycılar ülkeyi, devleti, bütün faaliyetleri kontrol edecekler; Müslümanlar ise bir şeye karışmayacak. Böyle demokrasi, böyle laiklik, böyle eşitlik olur mu?

Samimî bir laiklik taraftarı olanların Müslümanların serbest bırakılması yönünde yayın yapmaları gerekir. Bırakınız:

– Müslümanlar kendi eğitim sistemlerini, liselerini, üniversitelerini kurabilsinler.

– Müslümanlar, bütün medenî ve demokrat ülkelerde olduğu gibi, üniversitelere başörtüsü ile gidebilsinler.

– Müslümanlar, İngiltere’de olduğu gibi kız çocuklarını bütün okullara başörtülü olarak gönderebilsinler.

– Müslümanlara sadece teorik ve kağıt üzerinde kalan bir din hürriyeti değil, inançlarına göre bir hayat sürebilmek hürriyeti tanınsın ve bunun bütün imkânları verilsin.

– Müslümanlar, dinlerinin tavsiye ettiği kıyafetleri kullanabilsin.

Böyle demokratik, ılımlı, insan haklarına uygun bir laikliği içinize sindiremiyorsanız o halde Müslümanlara gösterdiğiniz sertliği Sabataycılara ve Masonlara da gösteriniz. İslâm, devlet ve Cumhuriyet için tehlike ve tehdit oluşturuyor da Masonluk ve Sabataycılık niçin oluşturmuyor? Açıklayabilir misiniz?

Bu memlekette çok büyük değişiklikler oluyor. Şu anda binlerce Müslüman çocuğu dış ülkelerin okullarında ve üniversitelerinde okuyor, yetişiyor.

Bütün baskı ve engellemelere rağmen yurt içindeki okul ve üniversitelerde de Müslüman bir gençlik yetişmektedir.

Belki haberiniz yoktur. Yüzlerce Müslüman Türk genci İbranice öğreniyor. Niçin öğreniyor? Roman veya gazete okumak için değil!

Henüz yeterli olmasa da binlerce Müslüman genci sosyal, edebî, tarihî konularda araştırmalar, incelemeler, yüksek lisans tezleri, doktoralar yapıyor; bunların bir kısmı kitap halinde basılıyor.

Din düşmanları ve boyunları altında kalasıca bazı din baronları Müslümanları varoş ve bedevî kültürü seviyesinde tutmaya çalışıyor ama bir kısım Müslümanlar medenîleşiyor, şehir kültürü dairesine giriyor.

Laiklikse gerçeği uygulansın… Din işleri, din hizmetleri devletten bağımsız bırakılsın. Müslümanlar; Ermeniler, Rumlar, Museviler, Bahailer, Masonlar, Sabataycılar (Onların da başhahamı var!) gibi bir ruhanî lider seçsinler ve dini hayatlarını kendileri ayarlasın.

Haydi samimî iseniz, bunları isteyiniz.

Hem din hürriyeti, dinî serbestlik, laik devletten ayrı bir İslâm Cemaati Teşkilatı olmayacak; hem de Müslümanlara baskı yapılacak, laiklik elden gidiyor diye bağırılacak. Olur mu böyle şey?[6]

Ahmet Akgül

HALKnet.com

[1]Bakara. 278
[2]Bakara: 134
[3]Er Rad: 7
[4]Bakara: 256
[5]15 / 08 / 2003 Milli Gazete İbrahim Tenekeci
[6]12 / 08 / 2003 Milli Gazete Şevket Eygi


Viewing all articles
Browse latest Browse all 20

Trending Articles


Mide ağrısı için


Alessandra Torre - Karanlık Yalanlar


Şekilli süslü hazır floodlar


Flatcast Güneş ve Ay Flood Şekilleri


Gone Are the Days (2018) (ENG) (1080p)


Yildiz yükseltme


yc82


!!!!!!!!!! Amın !!!!!!!!!


Celp At Nalı (Sahih Tılsım)


SCCM 2012 Client Installation issue